Bu yazı evden çıkmanın yasak olduğu günlerde yazıldı. Evden çıkamayınca bilgisayarın hafızasındaki yerlerde gezinmeye, onları bilgisayarın hafızasından tekrar kendi hafızama çağırmaya başladım.
Bu gezintiler esnasında Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne yaptığım ziyaretlerin fotoğraflarında turladım bir kaç sefer ve buranın hem mekansal hem de barındırdığı eserler açısından ne müthiş bir yer olduğunu hatırladım tekrar.
Bu müze gerçekten beni en etkileyen müzelerden biridir. Gerçi son zamanlarda Türkiye’de etkileyici müzeler yapılmaya başladı, Van, Urfa, Gaziantep müzeleri gibi ama yine de buranın, belki yapının kendisi de tarihi olması dolayısıyla bendeki etkisi ve yeri hala başka.
O zaman önce kısaca yapının kendisinden bahsederek başlayalım, sonrasında müzeyi size gezdireyim… Ama tabi eserlerden sadece çok çok azını burada gösterebileceğim. Hem de mekanın olumlu etkisi olmadan ve ekranın iki boyutlu yüzeyinde bu gezi biraz yavan olacak. Ankara’ya yolunuz düşerse mutlaka en azından bir yarım gününüzü ayırıp gezmelisiniz.
Bu arada müzeyi internetten gezmek de mümkün. Adresi kaynaklarda bulabilirsiniz. Ama tabi yine tekrar edeyim, orada olmanın yerini tutmaz bu gezi de.
“Atatürk’ün telkinleriyle merkezde bir “Eti Müzesi” kurma fikrinden hareket edilerek diğer bölgelerdeki Hitit eserleri de Ankara’ya gönderilmeye başlanınca geniş mekânlara sahip bir müze binası gerekli görülmüştür. Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han bu amaçla seçilerek onarılmaya başlanmış ve ilk defa 1943 yılında müze binası olarak kullanılmaya başlanmıştır”
Salt’ın arşivinde yapının restorasyon süreci ile ilgili güzel bir görsel arşiv de var. Daha sonra incelemeniz için adresi kaynaklar kısmına bırakarak bir kaç görseli buraya taşıyayım.
Binanın biraz daha detaylı aktarımını DÖSİM’in sitesinden aşağıya aktarayım. Uzunca bir alıntı, eğer yapıyla ilgilenmiyorsanız atlayın:
“Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Atpazarı olarak isimlendirilen semtte, Ankara Kalesi’nin dış duvarının güneydoğusundaki yeni işlev verilerek düzenlenmiş iki Osmanlı yapısında yer alır. Bu yapılardan biri Mahmut Paşa Bedesteni, diğeri Kurşunlu Han’dır.
Evet, anlatmakla bitmeyecek, bu harika yapı hakkındaki bilgileri burada kesip içine girelim.
Çatıdaki açıklıktan girince bir merdivenle aşağı iniyoruz. Evin zemini farklı platformlardan, sekilerden oluşturulmuş. Bu sekilerin farklı işlevlere sahip olduğu düşünülür. Evin reisinin sekisi, yatma sekisi vs… gibi. Isınmak ve yemek pişirmek için ocağın ve fırının giriş açıklığının altında bulunması dumanını kolayca çıkabilmesi için.
Evlerin duvarlarına burada görüldüğü gibi boğa başlarının aplik şeklinde tutturulmasının dini bir anlamı olduğu düşünülüyor. Bu apliklerden bir çok eski çağ uygarlıkta olduğu gibi Çatalhöyükte de en kutsal hayvanların başında boğa geldiği anlaşılıyor.
Son olarak Çatalhöyüklülerin ölülerini evlerine, sekilerin altına gömdüklerini de söyleyelim. Görselde öndeki parlak kısımda bu görülüyor. Bunun nedeni de ataların bir şekilde ev halkının manevi olarak da olsa yanında olmaya devam etmesi gibi yorumlanabilir belki.
Tarihin bilinen ilk duvar resmi hatta belki de ilk kent planı ile karşı karşıyasınız şu an. (Çatalhöyük, MÖ 6. binyıl):
İlkel toplumlarda modern toplumların tersine kadının erkeğe göre daha üst konuma sahip olduğuna dair bir çok arkeolojik göstergeler vardır. Açıkçası bu konuda tam bir uzlaşı olmamakla birlikte özellikle Neolotik öncesi toplumların Anaerkil oldukları genel kabul görür. Bunun nedenleri bilinmemektedir. Tabi yazı olmadığı için o toplumların düşüncelerini doğrudan ulaşmak mümkün değildir, ancak geride bıraktıkları eserlerden, izlerden düşüncelerini anlamaya çalışırız ki doğal olarak bu da hiç bir zaman %100 kesinliklerle konuşmamak gerekliliğini beraberinde getirir.
Kadının niçin erken toplumlarda daha üst konumda olduklarına dair yorumlardan bir kaç tanesini özetleyelim:
1- Erken dönem toplumlarında, özellikle avcı-toplayıcı gruplarda nüfus çok önemliydi. Tehlikelerle dolu dünya ve sağaltım metodlarının bilinmemesi nedeni ile yaş ortalaması çok düşüktü. Yani 30-35 yaşındaki bireyler kabilenin yaşlı ulu bilgeleri filan muamelesi görüyordu. Yaş ortalaması 20-30’u pek geçmiyordu. Dolayısıyla ÜREMEK çok çok önemli idi ve bu meziyete de sadece kadınlar sahipti. Erkeğin üremedeki rolü tam bilinmediği için kadınların belli zamanlarda kendi yetenekleri ile üredikleri düşünülüyordu ve bu nedenle kadın sosyal hiyerarşide yukarıda idi.
2- Doğa ile savaş halinde olan erkeğin tersine kadın gizemli bir biçimde doğa ile uyumlu isi. Aynı ayın döngüsü gibi doğal bir döngüye sahipti ve bu doğal döngü içerisinde regl oluyordu. Dolayısıyla bu dönemlerden başlayarak AY her zaman dişil olarak değerlendirilmiştir. Panteonlarda AY her zaman tanrıçalarla temsil edilmiştir. Doğayla ve ayla arasındaki bu gizemli bağlantı da kadını erken toplumlarda özel kılıyordu.
Dolayısıyla erken dönem topluluklarında kadının sosyal hiyerarşideki üstün konumu bu toplulukların panteonlarına da yansıyor ve en kudretli dini figür ANATANRIÇA oluyordu. Bu inanışın yerini ne zaman erkek tanrıların en üstte olduğu panteonlara bıraktığı, bu dönüşümün toplumda anaerkilliğin yerini ataerkilliğe bırakması ile ilgisi ve bunun tarım ve kentleşme ile korelasyonu hala tarihçiler arasında en verimli tartışma alanlarından birini oluşturur.
Bildiğimiz o ki, Anadolu, ANATANRIÇA kültünün en güçlü olduğu coğrafyalardan biri idi ve bu inanış diğer bir çok uygarlığın “Baba Tanrı” inancına geçtiği zamanlarda bile varlığını sürdürdü.
Hatta bazı tarihçiler Anadolu’da tarih boyunca tanrıça kültlerinin tanrı kültlerinden daha fazla olmasını bu kökleşmiş Anatanrıca kültüne bağlar.
Neyse, müzeye dönelim… Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Anatanrıça kültüne dair farklı zamanlardan müthiş temsillere rastlayabilirsiniz. İşte bir kaç örnek (MÖ 3000-25000ler):
Bu “keman biçimindeki” taşların erken dönem Anatanrıça temsilleri olduğu düşünülür. Harika bir stilizasyon. Bir Güzel Sanatlar veya Mimarlık fakültesinde Temel Tasarım dersinde “kadını soyutlayın” diye bir ödev verilmiş ve onun teslimlerine bakıyoruz sanki… :)) Bu figürinlerin boyalı olabileceklerine, bazı organların boyayla belli edilmiş olabilecğine dair iddialar da var ama kesin değil sanırım.
Bu arada bu dönem kadın temsillerinde memelerin dolgun ama özellikle kalçaların çok geniş olması her zaman dikkat çeker. Bunun yukarıda bahsettiğimiz gibi kabile için yaşamsal önemi olan DOĞURGANLIĞIN bir temsili olduğu düşünülür.
Zaten günümüzün dayattığı sıfır beden güzellik anlayışı biliyorsunuz çok yeni bir durum. İnsanlık tarihinin çok büyük bir bölümünde kadınlar için kilolu olmak (tabi abartmamak şartıyla, balık etli diyelim) bir sağlık, güçlülük ve güzellik göstergesi idi. Atalarımızın “Bir dirhem et bin ayıp örter” lafı boşuna söylenmemiş…
Gelelim dünya heykel tarihinin en özel örneklerinden birine, OTURAN TANRIÇA (Pimiş Toprak, Çatalhöyük, MÖ 5750 civarı):
Anatanrıçamızın yine memeleri ve kalçasının maşallahı var. Dediğimiz gibi bunlar doğurganlığın temsili. Tahtında oturuyor ve kollarını tahtının iki yanındaki leopar veya aslana benzeyen hayvana dayamış. Erken dönemlerde Anatanrıça aynı zamanda DOĞAANA idi. Yani doğaya dolayısıyla hayvanlara da hükmediyordu. Bu nedenle çoğu zaman böyle aslanlara veya diğer vahşi hayvanlara hükmeder halde temsil edilirdi kendisi.
Bu arada bir parantez açalım. İlkel toplumlarda Tanrı, “korkulana hükmeden”dir. Yani vahşi hayvanlardan korkarsınız ve onlara hükmeden bir tanrı yaratırsınız. Ona kurban sunarsınız, onu mutlu edersiniz, böylece vahşi hayvanların size saldırmayacağına inanırsınız. Zeus’un yıldırımlara, doğa olaylarına, Poseidon’un depreme, denizlere, Apollon’un örneğin güneşe, veba gibi bulaşıcı hastalıklara vs… hükmetmesi bundandır. Parantezi kapayalım.
Bu arada Anatanrıça’nın bacakları arasında çocuk başına benzer bir küre bulunması onun doğum yaptığı ya da daha doğrusu doğurganlığı temsil ettiği biçiminde yorumlanır.
Diğer metalden kadın figürinleri (Soldaki: Hasanoğlan, MÖ 3. binyılın sonları, Sağdaki: Horoztepe, MÖ 3. binyılın sonları) :
Bunlar tabi malzemeleri dolayısıyla metal çağlarına, yani önceki heykellerden daha sonraki dönemlere tarihleniyor. Bunların Anatanrıça temsili olup olmadıkları konusunda bir bilgi yok. Vücut oranları öncekine göre farklılaşmış, sıkı bir diyet yaparak basenlerden kurtulmuşlar gibi görünüyorlar. Yani biraz daha bilimsel ifade edecek olursak ilk heykeldeki yoğun stilizasyonun yerini burada gerçekçiliğe yaklaşan bir tavır almış.
Ama aslında söylenenler daha doğrusu temsil edilenler hala aynı. İlk heykelcikteki figürün cinsel organının vurgulanması ve ikincisinin kucağında bir çocuğu emzirir pozisyonda tutması yine topluluğun geleceğini garantiye alınmasının ifadesi. Yani kadın doğurur ve besler, büyütür diyorlar.
Galiba bu heykelleri yaparak tanrıçaya “Kadınlarımızın doğurganlığını arttır” mesajı veriliyordu. “Arttır ki yok olmayalım”. Gördüğünüz gibi “varoluş” Sartre’dan çok önce de insanların düşünce dünyasının en ön sırasındaki kavramlardan biri.
Bu Anatanrıça kültünün/figürünün geç dönemlerde Yunan dininin hakim olması ile Yunan tanrıçalarına dönüşmesi izlemesi çok güzel bir süreçtir. Beni bu açıdan en çok etkileyen heykel EPHESOS ARTEMİSİ’dir. Şüphesiz o ünlü heykeli bilirsiniz. Şimdi buraya koymayacağım resmini, çünkü Ankara’daki müzede yok. Onu görmek için mutlaka Selçuk’taki müzeye gitmelisiniz. Başarılı sergilemesinin de katkısı ile gördüğüm en etkileyici tanrıçalardan biridir Ephesos Artemis’i. Ve Yunan Artemislerine hiç ama hiç benzemez.
Olağanüstü başlığı ve kutsal hayvanları ile bezeli elbisesinin yanısıra göğsündeki kimine göre boğa/koç testisini, kimine göre memeyi, kimine göre ise yumurtaları temsil eden, yani ne olursa olun doğurganlığa gönderme yapan bezemeleri ile aklımıza kazınmıştır. Yunan geleneğinde Artemis bunların hiç biri ile ilgili değildir oysaki. Bırakın üremeyi, evlenmeyi bile düşünmez. Ara sıra Bafa Gölü yakınlarında bir mağarada sonsuz uykuya yatırdığı Endymion’u ziyaret edip onla kırıştırır sadece. Dolayısıyla bu heykel aslında Artemis’ten ziyade bir ANATANRIÇA heykelidir bence.
Buyrun, bu da çok daha geç zamanlardan, Yunan panteonunun Anadolu’da hakim olduğu ama Frigler gibi uzun süredir Anadolu’da bulunan ve onun geleneklerini benimseyen hakların terk etmediği Anatanrıça kültünün Yunan dini ile uzlaştırılma çalışmalarının bir diğer örneği (Frigya, MÖ 9-6 yüzyıllar arası):
Bir yapının nişine yerleştirilmiş bu Anatanrıça heykelinin iki yanındaki figürlerden biri lir, diğeri flüt çalıyor.
Bu tanrıçaya Frigler ana anlamıda “Mater” derlerdi. Sözcük tanıdık geldi di mi… Çağdaş dillerdeki Mother, Mutter vs… E abi diyoruz, bunlar akraba zaten. Hepsi Hint-Avrupa dil ailesinden geliyor. E biz? Biz Ural-Altay dil ailesindeniz. Böyle bağrımızdan koparak ANA diyoruz biz. 🙂
Tunç ve MÖ 2500-2250 arasına tarihlenen bu örnekler yanlış hatırlamıyorsam Hititler’e aitti. Yahu bu kadar güzel olunur mu. Oranlar, dokular, renkler… Olağanüstü.
Neyse efendim, gelelim bunların yapılma amaçlarına. O zamanların dini törenleri için yapılıyorlar aslında. Altlarında uzunca bir sopaya geçirilmek üzere bir oluk oluyor genelde. Dini törenlerde kortej yürürken en baştakiler ucunda bunların geçirildiği uzun sopaları taşıyorlar. Ya işte 19 Mayıs Töreninde önde bayrak tutanlar gibi. Hatta sağdakine dikkatli bakarsanız sallandıkça çan çun ötsün diye bazı halkaların da takıldığını görebilirsiniz. Ya onlar bile dengeli ve güzel durmuş. Yeter yaa…
Yok, adı “hee he inandık” anlamında değil, bulunduğu yer Çankırı’nın İnandık Köyü olduğu için öyle. MÖ 17. yüzyıla tarihlenen ve Hitit dönemine ait olan bu eser bu müzenin en müthiş eserlerinden biri bence. Bırakın MÖ 1600’leri, Antik Yunan döneminden bile bu kadar güzel bezemeli ve neredeyse eksiksiz seramik eserlere nadiren rastlanır.
Bu eserin özelliğini şöyle açıklamaya çalışayım, Anadolu’da bunlar yapılırken, anlı şanlı Yunan sanatçıları daha testilerinin üstüne zar zor düz çizgileri çizmeye çalışıyorlardı. Tamam çok gömdüm, Giritteki Minoslular filan güzel şeyler yapıyordu ama Minoslular Yunan değildi ki. O dönemlerde Yunan anakarasında doğru düzgün uygarlık denebilecek bir şey yoktu. tamam, çok gömmemişim, haketmişler.
Neyse, Anadolu şovenizmi damarımızı sakinleştirip esere dönelim. Fotoğraftan çok ölçekleyemiyosunuz belki ama oldukça yüksek, 82 cm. yüksekliğinde bir seramik kap bu. Tabi bu kadar müthiş bir eserin alelade bir kullanımı olmasını düşünmek pek mümkün değil. Olasılıkla kutsal törenlerde kullanılan, belki kutsal bir içeceğin sunulduğu bir kaptı bu.
Üstündeki figürlerinin gelişigüzel olmadığı, hepsinin birbiriyle ilişkili olduğu ve hep birlikte belki de bir evlilik törenini temsil ettiği düşünülür. Belki de bu kap evlilik törenlerinde kullanılan ve törenin içeceğinin sunulduğu bir kaptı…
Yazının nasıl bir mucize olduğunu bırakın, bu tabletlerin dokuları beni aşırı cezbediyor. Hem kilin rengi, dokusu, biçimi hem de çivi yazısı ya da hiyeroglifin desenleri ile müthiş bir sanat eseri gibi görünüyor bunlar gözüme…
Sağ üstteki örnek de çok ilginç. Bir tableti yine kilden bir zarfın içinde görüyoruz. Zarfın üstünde de yazılar var. Sağ alttaki örnekte de aynı tablette hem çivi yazısı hem de hiyeroglif birarada kullanılmış.
Evet, çok şiirsel bir başlık oldu. Aşağıda geçmişin ünlü isimlerinden geriye kalanları görüyorsunuz. Soldaki kim bilinmiyor ama böyle altın donanımlarla gömüldüğüne göre üst düzey birisi olduğu kesin.
Sağdaki ise tanıdık. Yani bu hali pek değil ama… Midas bu, Hakkında “Eşek Kulaklı” diye dedikodu çıkarılan. Tabi burada kulağının boyutuna dair bir öngörüde bulunmak zor… Onunla ilgili uzunca bir yazı yazmıştım blogta. Kaynaklara bırakayım linkini. Midas’ın kulağının öyküsünü oradan okuyabilirsiniz.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde özellikle Hitit dönemine tarihlenen çok sayıda ortostat, yani rölyefli yapı elemanı sergileniyor. Hepsini buraya taşımak mümkün değil, ben bir seçki yaptım. Altlarında kısa kısa notlarla paylaşıyorum. Tabi yazdıklarım şu an görsele bakarak aklıma gelenler olduğundan spekülatif olduklarını tekrar etmem gerek. Kesin, kaynaklı doğrular olarak okumayın lütfen, bende yaptıkları çağrışımlar olarak okuyun. Sonra “adam ne uydurmuş bee…” gibi yorumlar almayalım:
Burada dönenler konusunda hiç bir fikrim yok ama haşmetlerine bakılırsa herhalde bunlar tanrılar olmalı. En solda atlı bir savaş arabası ile kılıcıyla ortama dalan bir abi görülüyor. Ortada ise bir sunu kabına kutsal sıvı döken bir tanrıça soldaysa yine kılıcını kaldırmış boynuzlu hacivat şapkasıyla bir abi. Şimdi bunlar tanrılar olmayabilir. Çünkü tanrılar adak sunmaz. Bunlar acaba tanrılara adakta bulunan kral ve kraliçe olmasın? O da olabilir bak. Yalnız sağdaki kadın gibi görünüyor ama o da kesin değil. Bir rahip de olabilir. Başa dönecek olursak sadece burada bir sunu töreni olduğunu anlayabiliyoruz.
Şu boynuzlu şapka meselesine gelecek olursak… O dönemlerde en kutsal hayvanlardan olan boğa ve diğer benzeri boynuzlu hayvanlar gücü temsil ediyordu. Dolayısıyla krallar bazen böyle boynuzlu şapkalarla temsil edilebiliyor. Yani kraliçe hakkında kötü düşünmeyin hemen…
Bir sfenks. Ya da grifon da deniyor. Genelde Mısır’ın piramitlerini koruyan devasa boyutlardaki örneği nedeni ile meşhur olan bu mitolojik yaratık bir çok eski çağ toplumunun dininde ve sanatında bulunur. Hangisi hangisinden aldı bilinmez tabi. Ama şu kesin ki Yunanlıların sfenksleri bu Yakındoğu toplumlarından (muhtemelen Mısırlılardan) almışlardır. Hatta hemen ona ünlü bir mit olan (Freud abinin kulakları çınlasın) Oedipus mitinde önemli bir rol de vermişlerdir.
Kısaca birden fazla hayvanın biraraya getirilmesinden oluşan yaratıklardır. hatta bazen başları insan başı biçiminde de olabilir. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi. Gerçi burada sanatçı aslan kafasından da taviz vermeyip iki başlı bir sfenks yaratmış ama olsun:
Evet, tarihteki ilk çiftetelli diye kötü bir espri ile başlayabiliriz bu ortostatı yorumlamaya. Burada aslında çok ilginç, çok sık rastlanmayan bir sfenks temsili var. Bu sefer vücut insan, başlar kuş olarak ve kanatlı biçimde temsil edilmişler. Gerçi bunlara sfenks demek çok doğru da olmayabilir. Sanki Mısır’ın hayvan başlı tanrılarına da benziyorlar. Belki kuş başlı özel bir tanrı da olabilir bunlar. Tabi Hititlerle Mısırlılar yakın temas halinde. Belki onların tanrılarından kopya çekmiş olabilir Hititler.
Biliyorsunuz, tarihin bilinen ilk barış anlaşmasını da Hititlerle Mısırlılar imzalıyorlar yenişemedikleri Kadeş Savaşı sonrasında. Bugün o anlaşmanın orijinali de galiba İstanbul Arkeoloji Müzesinde idi. Bir kopyası da Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde sergilenir.
Oooh… Süper ortam var. Tabi bu bir alemden değil, muhtemelen dini bir seremoniden bir görüntü. Solda gitarın atası olabilecek bir müzik aleti, ortada ise daha sonra Yunanlıların da görüp öğrendiği çifte flüt çalan figürler… En sağda da gerdan kıran hatta göbek bile atması muhtemel bir arkadaş. Aradaki ufaklık ne yapıyor anlamadım. Sanki o da bir müzik aleti çalıyor gibi. Ya da Adnan Şensesvari çamaşır yıkama figürü yapıyor da olabilir. Büyük olasılıkla bir festivalde tanrının doğumunu filan kutluyorlar.
Yakındoğu sanatında sıklıkla rastladığımız bir kompozisyon… Atlı savaş arabasında savaşan kral ve “tepelediği” düşmanları. Atlı arabalar o zamanın en gelişmiş savaş arabalarından biri. Dolayısıyla krallar genelde o arabalarla katılıyorlar savaşa. Gerçi savaş meydanına inip böyle millete kafa göz girdiklerini zannetmiyorum, muhtemelen bir tepeden izleyip komutanlarını gönderiyorlardı savaş alanına ama tabi sanatta öyle gösterilmez. Kral bindiği gibi arabasına, çeker oklarını, alnının ortasından mıhlar düşmanlarını… Yerseniz.
Burada bir şeyden daha bahsedelim, bu kompozisyon savaşlarda olduğu kadar av sahnelerinde de kullanılır. Atların altında debelenen bir adam görürseniz savaş, debelenen bir aslansa av sahnesi anlamına gelir. Ve tabii ki düşmanlar bir alçaltma göstergesi olarak kısa boylu, ufak tefek çizilir. Dikkat ederseniz kral da arabayı sürenden 2-3 santim daha uzun. O zamanların sanatlarında figürlerin büyüklüğü sosyal hiyerarşideki konumlarını da belirten bir gösterge aslında. Yani kral tıfıl bir şey de olsa temsillerde babayiğit gösterilmek zorunda. Tabi en büyük figürlerse tanrı ve tanrıçalar.
Bu arada kral kral dedik durduk da emin değilim, kral olmayabilir, soylu bir savaşçı da olabilir arabadaki…
Ya bu aslanlı ortostatı şundan koydum, görür görmez aklıma Birgi Ulucami’nin köşesinden dışarı taşan aslan figürü geldi. Çok acaip bir tesadüf. Ama tabi sadece tesadüf. Ne o Birgi’deki taşı yontan Yunanlı sanatçının, ne onu alıp devşirme malzeme olarak cami duvarında kullanan Beylikler Dönemi ustasının Hititler ve Hitit sanatından haberdar olması mümkün değil… 🙂
KAYNAKLAR
Midas’ın kulakları meselesi: https://arkeogezi.blogspot.com/2017/12/marsyas-ibretlik-hikayesi-ve-sanattaki.html