Denizli’ye 15 dakika uzaklıktaki beyaz travertenleri ile ünlü Pamukkale’nin yanındaki Hierepolis Antik Kenti’ne bir kaç defa gelmiştim. Ancak her seferinde Denizli tarafından geldiğim için Güney Kapı’dan girip biraz karmaşık bir alandan başlıyordum kenti gezmeye. Bir yandan kalıntılar, bir yandan travertenler, müze, havuz filan derken dikkat iyice dağılıyor Antik kenti anlamak güçleşiyordu.
Bu sefer İzmir yönünden, biraz daha az kullanılan tali yollardan gelince kente Kuzey Kapı’dan girdim ve kenti çok daha iyi anlayabildim. Eğer seçme şansınız varsa siz de Güney’deki ana kapıyı değil, Kuzey Kapı’dan girmeyi tercih edin derim. Ancak çoğu ziyaretçi gibi Güney kapıdan girdiyseniz yazıyı sondan başa doğru okumanızı öneririm. 🙂
Kuzey Kapı’dan girdiğinizde hem oldukça sakin bir alandan geziye başlıyor hem de kente Roma dönemindeki bir yolcunun deneyimine en yakın haliyle yaklaşabiliyorsunuz. Zira genelde Roma dönemi kentlerine sur dışındaki nekropol yani mezarlıkların içinden geçen bir yol ve surun içinde veya dışında ama hemen yakınındaki bir hamama uğranılarak girilirdi. Hamama uğrama, bazılarının dediği gibi bir zorunluluk muydu, bilmiyorum. O dönemde salgın hastalıkların kentlerin en büyük kabusu olduğu ve bu hastalıkların genelde kentten kente seyahat eden insanlarca taşındığı düşünülürse belki de tüm yolcuların kente girmeden iyice bir yıkanıp temizlenmeleri şart koşulmuş olabilir.
Bu arada Güney Kapı’daki haşmetli sundurmayı dengelesin diye belki Kuzey Kapı’ya da yeni bir karşılama yapısı yapılıyordu ben gezerken. Kübik, ahşap kaplama kütlelerden oluşan bir karşılama kompleksi… her ne kadar uygun ölçekte tutulmaya çalışılsa da bu kadar çok yapılaşmaya gerek olduğunu zannetmiyorum açıkçası.
Son zamanlarda bir çok Antik kente benzer karşılama yapıları yapılmaya başlandı. Perge, Hierepolis, Metropolis yakın zamanda yapılan ve aklıma ilk gelen örnekler. Bu karşılama yapıları hizmet kalitesini ve gezi konforunu arttırdıkları için aslında yararlı olsalar da bazen fazla yapılaşma bazen de estetikten nasibini alamama gibi konulardan muzdarip olabiliyorlar. Bu gibi alanlarda minimum yapıyla yetinmek en doğru karar gibime geliyor.
![]() |
Hierapolis’in güzel bir canlandırması. Kuzey Kapısı en solda, Güney Kapısı ise en sağda. |
Kente girmeden kısaca isminden ve tarihçesinden bahsedeyim. Ekrem Akurgal bu konu hakkında, “Kent Pergamon krallarından II. Eumenes tarafından kurulduğu ve Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Hiera’dan dolayı Hierapolis adını aldığı sanılmaktadır” diyor (Akurgal 2000). Ancak açıkçası ben başka bir kaç kaynakta da gördüğüm gibi kentin adının “kutsal” anlamına gelen “hieron”dan geldiğini yani “Kutsal Kent” olarak konulduğunu düşünüyorum.
Bazıları Akurgal gibi II. Eumenes’in, bazılarıysa Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos’un kurduğunu iddia etse de kentin Helenistik dönemde kurulduğu konusunda kaynaklar uzlaşır. Ancak kent olarak kurulmadan önce de burada bir yerleşim ya da kült merkezi olduğuna dair ipuçları vardır. İleride değineceğimiz gibi sonradan Hades kutsal alanına dönüşecek yer altından zehirli gazların çıktığı mağara, travertenler gibi Antik ve daha eski dönem insanlarının kolaylıkla tanrılarla ilişkilendirebilecekleri karakteristikleri, buranın kentleşmeden çok önce bir kült alanı olarak kullanıldığı görüşünü destekler. Ancak kent bir sürü deprem geçirdiği için bu erken dönemlerden günümüze neredeyse hiç bir iz kalmamıştır. Bugün görülen tüm yapılar Roma dönemi yapılarıdır.
Son olarak Coğrafya’nın Babası sayılan Strabon’un ünlü kitabı Geographika’da Hierapolis hakkında yazdıklarını da ekleyelim:
“Karia’lılarla Nysa arazisi arasında bulunan Mesogis aşıldığında bazı kentlere gelinir. Nysa, Kibyratis ve Kabalis’e kadar uzanan Maiandros’un (Menderes Irmağı’nın) öte tarafındadır. İlk önce, Mesogis’in yakınında, Laodikeia’nın karşısında Hierapolis vardır.
Burada sıcak su kaynakları ve Plutonion bulunur. Bunların her ikisi de olağanüstüdür. Kaynakların suyu o kadar çabuk donar ve taşlaşır ki, insanlar bu suyu çukurlara akıtarak yekpare taş çitler yapmaktadır.
Plutonion’a gelince: Dağın bir parçası olan yüksekçe bir tepenin eteğinde, bir kişinin ancak geçebileceği orta büyüklükte bir çukur vardır, derinliği oldukça fazladır ve bu çukurun çevresi yaklaşık yarım plethron, olan dikdörtgen bir parmaklıkla kapatılmıştır. Burası o kadar yoğun ve puslu bir buharla doludur ki, insan zemini zorlukla görebilir. Parmaklığın çevresine yaklaşan herhangi bir kimse için hava zararsızdır, çünkü sakin havada buhar dışarı çıkmaz; fakat parmaklıktan içeri geçen herhangi bir hayvan derhal ölür. Oraya sokulan boğalar düşerler ve ölürler.
Ben içeriye güvercinler attım, hemen öldüler. Fakat hadım olan Galler (Kybek Rahipleri) içeriye rahatlıkla girer, çukura yaklaşır, aşağıya sarkar, hatta nefeslerini tutarak bu sayede (ben onların yüzlerinde kusacaklarmış gibi bir ifade gördüm) belirli bir derinliğe kadar inerler. Bunlar gibi sakatlanmış (hadım) olmak veya sadece tapınağın çevresinde yaşamak ya da tanrısal bir taktire mazhariyet veya da buhara karşı panzehir olarak kullanılan belirli fiziksel güçlere sahip olmak, acaba bu bağışıklığın nedeni olabilir mi?
Suları içilebilir olduğu halde, Laodikeia’daki ırmakların sularının da taşa dönüştüğü söylenir. Hierapolis’teki su, yün boyaması için olağanüstü uygundur. Köklerle boyanan yünler, kırmızı ve morla boyanan yünlerden çok üstündür. Burada su çok boldur ve kentte bir sürü doğal havuzlar ve hamamlar vardır.” (Strabon, 2000)
Roma döneminde gelişmiş ve zengin bir kent olduğu belli olan Hierapolis Hıristiyanlık döneminde de önemli ve kutsallığı ile anılmaya devam eden bir kent olmuştur. MS 80 yılı civarında İsa peygamberin havarilerinden Filippus’un burada öldürüldüğüne inanılması ve onun adına inşa edilen şehitlik (martyron) burayı bir haç merkezi haline getirmiştir. Bu martyron yapısına da gitmeyi çok şstedim ancak hep en sona kaldığı için ya zamansızlık ya da yorgunluktan, bi türlü gidemedim. Bir aonraki geziye artık…
Tekrar geziye dönecek olursak, dediğim gibi, Roma dönemindeki bir yolcu gibi yaklaşıyoruz kente. Mezarlıkların alanı olan Nekropolis’in içinden kıvrılarak giden bir yolda ilerliyoruz.
![]() |
Kuzey Nekropolisinden kente doğru uzanan yol. |
Kuzey Nekropolisi
![]() |
Ev biçiminde anıt mezarlar ve tümülüsler. |
![]() |
Farklı yerlerde lahitler. Birincisi bir mezar yapısı içinde alışıldık biçimde. İkincisi özel bir podyumda, güzel bir merdivenle yanına çıkılıyor. Ama tamam da üçüncüsü ne öyle yaa… |
Hamam-Bazilika
Bu yapı ayrıca Hıristiyanlıkla birlikte toplumsal hayatın farklılaşmasına da şahitlik ediyor. Roma dönemi kentlerinin mimari olarak en önemli yapısı olduğu kadar sosyal hayatında da merkezlerinden biri olan hamamlar Bizans ile birlikte kapanmaya, dönüştürülmeye başlanıyor. Çıplaklık ve yıkanma kamusal bir eylemden mahrem bir eylem olmaya doğru giderken bu devasa yapılar da çoğu zaman kiliselere dönüştürülüyor.
![]() |
Üç nefli plan şeması ve apsisteki oturma sıraları okunabilen Katedral. |
Tiyatro
Katedralden sonra biraz ara sokaklardan, sonrasındaysa dik bir yamacı tırmanarak tiyatroya varıyoruz. Hierapolis’in tiyatrosu gerçekten de istisnai bir deneyim sunuyor insana. Hem müthiş manzarası hem de korunmuşluk durumu ile insanın içinden çıkası gelmiyor. Tabi bunda biraz yorularak varılmasının payı da olabilir.
![]() |
Hierapolis Tiyatrosu. |
Sahne binası, logeion ve geniş bir sahne arkasına sahiptir ve skene ile bağlantılıdır. Skene fronsun üç düzeni mermer monolit sütunlar tarafından podium üzerine oturmakta ve burada Apollon ve Artemis’e adanmış, bezeli korniş bulunmaktadır.
Bu görkemli yapı, İmparator Septimius Severus zamanında İS. III. yüzyılda, önceki evreyi (Flavius dönemi) içine alarak ve yok ederek inşa edilmiştir. Yapının Geç Roma Dönemine kadar kullanıldığını, arkhitravının alt yüzüne, İS. 352 yılına tarihli ve skene fronsun onarımını yazıttan anlıyoruz. ”
Tiyatronun oturma sıralarını üst ve alt bölüme ayıran ortadaki geçiş’teki (Diazoma denir bu koridora) duvarda şöyle bir şiirle yüzceltilmiş Hierapolis:
![]() |
Diazoma’daki yazıt. |
Şiirin çevirisi (alandaki bilgilendirme tabelasına göre) şöyle:
“Kutsal kent, altından kent,
sen geniş Asya’nın en elverişli topraklarına sahipsin,
Nymphe’lerin efendisi,
(senin) görkemli sularınla süslü.”
Tiyatronun sahne firizleri bir çok tiyatroda olduğu gibi mitolojik anlatıları görselleştiriyor. Bu geleneğin en müthiş örnekleri Perge Tiyatrosu’nun sahne binasında idi. Ama buradakiler de fena sayılmaz. Rölyefler Güney kapısının yakınındaki müzeye taşınmış ve yerine modelleri konmuş. Bu arada müzenin de önemli bir yapı olan Güney Hamamı’nın restorasyonu ile elde edilen bir yapı olduğunu belirteyim.
Aşağıda bazı heykeller ve tiyatrodan müzeye taşınan sahne frizine ait rölyeflerden bazılarını ve görselleştirdikleri sahneleri aktarıyorum, ama önce hamam yapısının inanılmaz ustalıkla gerçekleştirilen apsis kısmın altyapısını göstermek istiyorum:
![]() |
Hayranlık verici bir konstrüksiyon. |
![]() |
Roma dönemine, MS II. yüzyıla tarihlenen Hades heykeli. Yanında Tartaros’un kapısının bekçisi üç başlı Kerberos ve muhtemelen başında giyene görünmezlik veren başlığı ile. |
![]() |
Tiyatronun yapımında büyük oranda pay sahibi olan İmparator Septimus Severus’un taçlandırılması. Törende hem ölümlüler hem de ölümsüzler var. |
![]() |
Marsyas mitini anlatan rölyef grubu. Bu miti uzun uzun anlatmıştım blogtaki bir başka yazıda. |
![]() |
Hades’in Persephone’yi kaçırması. |
![]() |
Solda “Üç Güzeller” sağda Poseidon. |
Plutonium
![]() |
Plutonium’un 2015 yılındaki hali. |
![]() |
2019 yılında Plutonium. |
Hades kutsal alanı pek fazla bulunmaz aslında. Malum ölümle özdeşleştiği için insanların çok fazla haşır neşir olmayı istemeyeceği bir tanrıdır kendisi. Bu nedenle buradaki Hades kutsal alanı yani Plutonion önemli bir alan. Bu arada Hades’e adanmış nadir tapınaklarından birinin de Aydın yakınlarındaki Acharaka kutsal alanında olduğunu söylemiş olayım. Orayı da başka bir yazıda ele almak lazım aslında.
KAYNAKLAR
Çağlan-Erdal Yazıcı, 2014, Hierapolis, Uranus Yayınları
Strabon, 2000, Geographika, Arkeoloji ve Sanat Yayınları