Avrupa’da Ortaçağ ve Mimarlığı

Uzun bir yazı olacak, baştan söyleyeyim. Çünkü Ortaçağ hem çok uzun yüzyılları kapsıyor, hem de üzerine doğru-yanlış en fazla ön yargının yüklendiği dönemlerden birisi. Bir yandan bu uzun dönemi çok konuyu dağıtmadan, sıkıcılaştırmadan anlatmaya çalışmak, bir yandan da bu önyargılarla uğraşmak zor olacak. Ama şunu garanti edebilirim ki bu yazının içinde bir çok yeni bilgi bulacak ve Ortaçağ’a karşı daha zengin bir bakışa sahip olacaksınız.

Evet, önce bir kaç tarihsel ama tartışmalı ön bilgi. Durun, ama onun da öncesinde daha basit bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Biz çağlardan bahsederken sanki bütün dünya aynı çağı yaşıyormuş gibi düşünüyoruz. Günümüzdeki iletişim ve lojistik olanaklarla bu büyük ölçüde doğru ama tarihte gerilere gittikçe bütün dünyanın aynı koşullarda, aynı toplumsal, teknolojik, kültürel vs… şartlarda yaşadığı, tüm dünyayı kapsayan çağlardan bahsetmek mümkün değil. Dolayısıyla bunun için başlığa coğrafyayı da ekleme zorunluluğu duydum. Zira bugün dilimize ve zihnimize yerleşen Ortaçağ aslında Avrupa’da yaşanan bir dönemi işaret eder. Bu dönemde İslam dünyası bambaşka durumdadır, Çin veya Uzakdoğu da öyle. Ya da Afrika veya Amerika uygarlıklarını düşünün… Bunların hiç biri Ortaçağ diye çerçeveleyeceğimiz bir toplumsal, kültürel dönemde yaşamadılar. Hatta belki detayda bakılacak olursa Avrupa içinde bile çeşitli farklılıkların tespit edilebilir ve “Avrupa” bile bu iş için fazla genellemeci kalabilir. Zira Avrupa dediğimiz yerde Portekiz de var, Norveç de, Polonya da, İzlanda da…

Buradan aslında şu önemli sonucu çıkarabiliriz. Zaman, mekanla birlikte anlam kazanır ve bu ikisi tarihte geriye doğru gittikçe birbirine daha da sıkı bağlanır.

Neyse, daha çok karıştırmayalım işi. Ama bunları gözden kaçırmamak da önemli. Bazen büyük yanılgılara düşebiliyoruz. Avrupa Ortaçağ’ı yaşıyor diye örneğin Selçuklu’yu da veya başka dünyaları da sanki aynı fiziksel ve zihinsel dünyada yaşıyorlar sanabiliyoruz. Olmaz. Hatta bunla ilgili Avrupa Ortaçağ’ı yaşarken İslam dünyasında -kısa da sürse- nasıl bir aydınlanma olduğunu başka bir blog yazımda (Beytü-l Hikme) anlatmıştım. Tamam tamam uzatmıyorum. Özetle bahsettiğimiz Ortaçağ sadece Avrupa’da. Örneğin Anadolu’da genel dünya tarihinin bahsettiği anlamda bir Ortaçağ hiç yaşanmadı.

Bir de isimlendirme meselesi var. Neden “Ortaçağ” diyoruz bu döneme? Neyin ortası bu? Sadece biz değil, aynı anlama gelecek şekilde İngilizce konuşanlar “Middle Ages” Almanca konuşanlar da “Mittelalter” diyorlar. Bir çok dönemde olduğu gibi bu dönem de sonradan adlandırılıyor. Yani bu çağda yaşayan insanlar “Biz Ortaçağ’da yaşıyoruz” demiyorlar. Zaten zamanı böyle çağlara bölme fikri de sonradan olan bir şey. O zamanın insanları için çağlar diye bir şey de yok.

Wikipedia’ya göre Avrupa tarihi ilk olarak 1442 yılında Leonardo Bruni tarafından 3’e bölünüyor. “Middle age” ile ilgili anlamındaki “medium aevum” sözcüğünden türetilen “medieval” terimi ise ilk olarak 1604’de kullanılıyor. Yani aslında 15-16. yüzyıldakiler 5 ila 15. yüzyıl arasında kalan zamanı kendi çağları ile Antik çağ arasında kalan bir çağ olarak gördükleri için ve bir anlamda kendilerini Antik çağ uygarlığının devamı gibi görüp aradaki dönemi biraz dışlar biçimde bu ismi yakıştırıyorlar.

Tarihsel ama tartışmalı ön bilgilerimize geri dönelim. Her çağ için baş belası başlangıç ve bitiş tarihleri meselesi bunlar. Çook genel olarak Ortaçağ MS 5. yüzyılda Avrupa topraklarında Roma hakimiyetinin sona ermesi ile başlatılır, 15. yüzyıldaki bir çok gelişmeye sona erdirilir. Yani yaklaşık 1.000 yıllık bir dönem. Şimdi başlangıçta çok bir tartışma yok. Hatta daha spesifik tarih verilecek olursa son Roma İmparatoru Romulus Augustus’un 476 yılında Germen Kralı Odoacer tarafından tahttan indirilerek imparatorluk alametlerini Doğu’daki yani Konstantinapolis’deki imparator Zeno’ya göndermesi ile başlatabiliriz Ortaçağ’ı. Yani Avrupa coğrafyasında “Roma” diye bir siyasi gücün kalmaması Ortaçağ’ın başlangıcı.

Tartışma yok dedim ama wikipedia’dan yeni öğrendiğim bir bilgiyi de burada satayım, bazıları da İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı serbest bırakmasını (bazılarına göre kendisinin de bu dine geçmesini) Antik (Eski) Çağ’ın sonu, Ortaçağ’ın başlangıcı olarak kabul ediyormuş. Bazıları ise 4. yüzyıl sonundaki Kavimler Göçü’nü. Şüphesiz bunlar da önemli meseleler ama ben ilkini tercih ediyorum. Zira kavimler göçü zaten Roma’nın yıkılmasını getiren şey. Konstantin’in Hristiyanlığı ise Avrupa’dan çok Doğu için önemli bir gelişme. En azında o dönem için.

Son Roma İmparatoru Romulus Augus’tus tacını Kral Odoacer’e devrederek imparatorluğu resmen bitiriyor 476 yılında. Hatta bazıları 4 Eylül diyor bu günün tarihine. İlginç olan Odoacer tacı takıp “Artık imparator benim ülayn” demiyor da “Avrupa’nın artık bir imparatora ihtiyacı yok” diyerek tacı ve diğer imparatorluk alametlerini Doğu’daki imparator Zeno’ya, Konstantinapolis’e gönderiyor. Daha doğrusu galiba Senato gönderiyordu bu alametleri Doğu’ya.

Ama bitiş tarihi bu kadar kolay değil. Herhangi bir gelişmeyle bir anda bittiğini söylemek pek mümkün değil. Bu konuda en güçlü öneriler şunlar:

Bazıları 1453’te Osmanlılar’ın Konstantinapolis’i almasına bağlıyor. Bu fethin Doğu Roma’yı ortadan kaldırması, Konstantinapolis’deki entelektüel birikimin Batı’ya göçmesi ve orada Rönesans’a gidecek yolu açması bu savın en güçlü dayanağı. Ben bu anlatıya katılmakla birlikte bir kaç nüansa dikkat çekmek isterim. Öncelikle 1453’de Konstantinapolis’te zaten ciddi bir entelektüel birikim kalmamıştı, 13. yüzyıldaki Haçlı istilası ve ardından gelen yağmacı Latin yönetimi zaten şehri hem maddi hem de manevi olarak oldukça zayıflatmıştı. Dolayısıyla Doğu’dan Batı’ya entelektüel göç bir anda 1453’de değil bir kaç yüzyıldır, özellikle Latin istilası ve Osmanlılar gittikçe yükselen bir tehdit olmaya başlamasıyla söz konusu idi. Yani genel fikre katılmakla birlikte tarih konusunda biraz tereddüdüm var.

Fatih Sultan Mehmed ve askerleri çok büyük bir iş yaptıklarının farkındaydılar şüphesiz ama aynı zamanda yeni bir çağı başlattıklarını da biliyorlar mıydı? Görsel: https://hforhistory.co.uk

Bir diğer görüş de coğrafi keşifleri öne sürer Ortaçağ’ı sonlandırmak için ki bu da hayli güçlü bir iddiadır. 15. yüzyılın ilk yarısından başlayarak özellikle Portekiz ve İspanyol asıllı kaşiflerin Doğu’ya yeni deniz ticaret yolları keşfetmesi hatta bu amaçları doğrultusunda ilerlerken Amerika’yı keşfetmeleri şüphesiz dünya tarihinin en önemli kırılmalarından biridir. Bu keşiflerin sadece Avrupa’ya değil, Asya, Afrika ve Amerika’ya muazzam etkileri barizdir. Dolayısıyla bu da Avrupa’da bir çağı kapatacak büyüklükte bir kırılma olarak değerlendirilir. Ben galiba buna da katılıyorum…

Son olarak 16. yüzyılın başında Protestanlık mezhebinin doğmasını önemli bir kırılma olarak görenler de var ki ileride Kapitalist sistemin ortaya çıkmasındaki rolü nedeni ile (Bknz. Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eseri) buna da katılasım geliyor ama itiraf edeyim ilk ikisi kadar güçlü bulmuyorum.

Yani özetle Avrupa toplumlarının Ortaçağ’ın toplumsal ve zihinsel dünyasından başka bir yöne kayışları ağırlıklı olarak bu üç etkene ve belki de bunlar kadar güçlü olmasa da daha başka bir çok etkene bağlıdır diyerek konuyu toparlayalım. Tarih olarak da çok keskin konuşmadan 15. yüzyıl civarı deyip geçelim.

Gördünüz işte. Şu tarihte başladı, bu tarihte bitti demek bile ne kadar zor. Ki bu yukarıda yaptığım özet bile bir çok eksik ve tartışma barındırıyor… Siz bi de bu çağın 1.000 yıllık sürecini anlatmayı deneyin. Hadi deneyelim…

Şimdi efendim, bu gibi zor işe kalkıştıklarında tarihçilerin hem hepsinin eleştirdiği hem de -neredeyse- hepsinin kullandığı “dönemleme” meselesi imdadımıza koşar. Ortaçağ’ı da daha kolay incelemek, anlamak ve anlaşmak için kabaca 3 döneme ayırıyoruz. Dönemlemenin sorunları, coğrafyasal farklılıklar, başlangıç bitiş tartışmalarına tekrar girmeyecem artık. Kusturmak istemiyorum sizi ama yukarıda değindiğimiz bütün sorunların, tartışmaların aşağıda vereceğim dönemleme tablosunda da mevcut olduğunu baştan söyleyeyim.

ERKEN ORTAÇAĞYÜKSEK ORTAÇAĞGEÇ ORTAÇAĞ
450-900900-12501250-1500
ROMANESK ÜSLUPGOTİK ÜSLUP
Evet, çok çok kabaca Ortaçağ’ın kendi içindeki dönemleri ve özellikle mimaride hakim olan üsluplar yukarıdaki gibi. “Erken Ortaçağ’ın mimari üslubu yok mu kardeşim!” diyebilirsiniz, sakin olup okumaya devam edin.

Gördüğünüz gibi yazdık yazdık, daha mimarlığa değemedik bile. Ama size bir süprizim var:

Evet, şimdi size uzun uzun Avrupa’da Roma otoritesi çözüldükten sonra Erken Ortaçağ dediğimiz dönemde neler olduğundan ve Ortaçağ’ın toplumsal altyapısının nasıl kurulduğundan bahsedeceğim. İsterseniz bi kahve koyup gelin.

Erken Ortaçağ

Aslında Erken Ortaçağ denen dönemi yukarıdaki amca çok iyi özetliyor. Her şey kötü gidiyor ve sonra daha da kötü gidiyor… Zaten genelde Ortaçağ için kullanılan ve 19. yüzyılda icat edilen “Karanlık Çağ” (Dark Ages) terimi aslında bütün Ortaçağ’ın değil sadece bu dönemin diğer adı ve gerçekten de hiç yaşamak istemeyeceğiniz bir dönem muhtemelen…

Roma’dan sonra işlerin neden kötü gittiğini anlamak için önce biraz Roma’dan bahsetmek gerekiyor. (Böyle böyle Big-Bang’e kadar dönmeyiz umarım) Roma uygarlığı büyük oranda gelişmiş kentlerine ve bu kentlerin hem kendi aralarında hem de kırsaldaki daha küçük yerleşimlerle kurdukları güçlü ulaşım ağına dayanıyordu. Bu hem ticaret ve lojistik, dolayısıyla zenginlik, hem askeri başarı hem de kültürel gelişmeyi mümkün kılıyordu. İşte Roma yıkılınca bu kentler bir bir çökmeye başladı. Güvenlik sorunları baş gösterince kentlerarası ve kent-kır arasındaki akış güçleşti. Kente hammadde, zirai ürün vs. gelemeyince yaşam gittikçe zorlaştı. Ayrıca temiz/pis su sistemleri, yollar gibi altyapı donatısının bakımını yapan siyasi otoriteler zayıflayınca zamanla bunlar da çöktü, kentler iyice yaşanmaz hale geldi ve küçüldüler. Kültürün, sanatın, mimarinin tamamen olmasa da büyük oranda kentlere bağlı olduğunu burada bi hatırlatayım. Boşuna değil, “medeniyet” “medine” yani “kent” kelimesinden gelir.

Bu çöküşün bir başka sonucu da nüfusun dramatik olarak düşmesi ve bu nüfusun da kentlerden kırsala doğru meyletmesi idi. Güvensiz, yiyecek bulunmayan, susuz ve dolayısıyla sağlıksız kentlerdense kırsalda yaşamaya çalışmak daha tercih edilir oldu. En azından bir su kenarında toprağı ekip yaşayıp gitmek kolay olmasa da mümkündü. Ama tabi siyasi boşluğun getirdiği güvensizlik kırsalda da yaşamı güçleştiriyordu. Bir yandan haydutlar, bir yandan otoriteden kopmuş ve haydut çetesine dönüşmüş askeri birlikler, bir yandan acımasız yağmacı halklar ve ordular kırsalı da hayli tehlikeli hale getirmişti.

İşte buradan yeni bir sistem yavaş yavaş filizlenmeye başladı. Eee ne demiş (galiba) Aristoteles abimiz: “Doğa boşluğu sevmez”. Yani boşalan bir siyasi arenayı hemen başka bir sistem doldurmaya başlar. Nedir bu filizlenmeye başlayan sistem… Evvet bildiniz: Feodalizm. (ya da bilemediniz büyük ihtimalle, neyse takılmayın, zor sordum).

Bu kaotik ortamda kırsalda bazı güçlü adamlar, ki bunların güçleri emrinde savaşmaya hazır adamları olmasına bağlıydı, lokal güvenlik bölgeleri oluşturdular ve bu bölgelerdeki insanlara güvenlik sağlayarak onların ürettikleri ve hatta neredeyse hayatları üzerinde hak sahibi oldular. Yani kabaca bir “feodal bey” ya da “derebeyi” 50 ya da 100 kişiye, dedi ki: “Gelin küçük bir köy kuralım, siz hayvan yetiştirin, ziraat yapın, ben de sizi adamlarımla, dışardaki tehlikelere karşı koruyayım. Karşılığında ürettiklerinizden şu kadarını (genelde aslan payı) kendim ve adamlarım için alırım”. Aslında oldukça mantıklı bir teklifti bu ve Avrupa’nın bir çok coğrafyasında farklı büyüklüklerde bu tip derebeylikleri kurulmaya başladı. Tabi zamanla küçükler kendi aralarında savaş ya da ittifak yaparak birleştiler, bazıları daha da palazlandı ve Yüksek Ortaçağ’ın krallıklarını ortaya çıkarmak üzere yola koyuldular.

Dediğim gibi bu derebeyinin koruması altındaki çiftçilerin hayatları da derebeyine bağlıydı ve seyahat özgürlükleri yoktu. “Ya ben bizim beyden sıkıldım, biraz da gideyim başka beye çalışayım” demeniz pek mümkün değildi. Neredeyse o beyin malıydınız yani. Tabi bu köylülerin hakları ya da yaşam konforları da derebeyinin insafına kalıyordu. Filmlerde genelde kötücül karakterler olarak görürüz bu derebeylerini ama hepsi öyle değildi olasılıkla. Antik Çağ’daki kölelerden biraz daha farklı olan bu köylülere SERF deniyor ve Erken Ortaçağ’ın ekonomik çarkları büyük oranda bu serflerin emeği sayesinde dönüyordu.

Erken Ortaçağ’da temelleri atılan toplumsal sınıfları ve hiyerarşiyi gösteren güzel bir görsel. Görsel kaynak: eksiseyler.com
En Alt Tabaka: Serfler, yani pek bir hakkı olmayan toprağa ve lordlarına bağlı köylüler. Basit zanaatkarlar, düşük rütbeli din adamları.
Bir Üst Tabaka: Askerler, koruyucular. Bunlar da lordlarına bağlı.
Bir Üst Tabaka: Lordlar, yani büyük toprak sahipleri, üst rütbedeki din adamları.
En üstte: Kral. Yani feodal beylerin en güçlüsü.

Peki Erken Ortaçağ nasıl sona erdi? 1.000 yılına doğru bahsettiğim gibi derebeylerin birleşmesiyle feodalizm daha büyük ölçekli siyasi sistemlere evrildi ve Avrupa’da birden çok kente hükmeden ve gittikçe krallıklara dönüşecek siyasi otoriteler kurulmaya başladı. Böylece kentler tekrar canlanmaya, yollar ve altyapı sistemleri ayağa kaldırılmaya, güvenlik görece olarak sağlanmaya başladı. Bunu iki farklı siyasi odak gerçekleştirdi dersek yanlış olmaz. Bir yanda feodal sistemin kurduğu siyasi altyapının süreçte gelişerek ortaya çıkan Krallıklar ve Roma-Germen İmparatorluğu gibi siyasi yapılar, bir yanda da arkasına katolik inancının tartışmasız liderliğini alan Papalık. 1.000 yılından itibaren uzunca bir süre bir yandan bu siyasi sitemlerin gelişimimi ve uygarlığa etkilerini, bir yandan da birbirleri ile mücadelelerini konuşacağız.

Erken Ortaçağ’da Mimari

Şimdi, dertli bir konuya daha geldik. Mimari derken neyi kastediyoruz? Mimari doğal olarak inşa edilmiş yapı ölçeğindeki hemen her şeyi kapsar. Ancak Mimarlık Tarihi kapsamında dönemleri anlatırken bazı akımlardan, üsluplardan bahsederiz çoğunlukla. Ve bu akımlar, üsluplar da genellikle dönemin anıtsal yapıları üzerinden okunur. Şüphesiz bir sürü istisnası vardır bunun, özellikle de modern dönemlerde. Ancak daha eski dönemlerin mimarlıklarını genellikle konutlar üzerinden değil tapınaklar, saraylar, meclis binaları, hamamlar, katedraller, camiler, medreseler vs… üzerinden konuşuruz. Tabi bu söylediğim hayli tartışmaya açık ve eleştirilebilecek konular. Bunun son derece elitist ve iktidardan yana bir bakış olduğu rahatlıkla söylenebilir ve büyük oranda doğrudur da. Aslında sayısal olarak bakacak olursak da şimdiye kadar inşa edilmiş en fazla sayıdaki mimarlık örneği tartışmasız konutlardır. Yani en fazla inşa edileni görmezden gelip bir mimarlık tarihi anlatısı kurmak çok sorunlu değil mi?

Evet öyle. Ancak iki nedenle bu bakıştan kolay kolay vaz geçemiyoruz. Birincisi sevelim ya da sevmeyelim özellikle uzak geçmişten günümüze nadiren konutlara dair izler kalmıştır. Genellikle büyük kaynaklar ayrılan, yukarıda saydığım tipolojideki yapılar zamana daha iyi dayanmış, günümüze daha bütünlüklü kalmışlar. Örneğin Mısır’ın en eski dönemlerinden konutlar hakkında bilgi barındıran çok az örnek kalmışken tapınaklar veya piramitler büyük oranda sağlam gelmiştir günümüze. Dolayısıyla eldeki malzeme bu olumca mecburen bunun üzerinden bir anlatı kurmak zorunda kalıyorsunuz. Ama tekrar edeyim, bu söylediklerimin çok fazla eleştirisi ve alternatifi de var.

İkinci neden de, tarihte konutların çoğunluğunu oluşturan alt-orta sınıfın evleri maddi olanaksızlıklar dolayısıyla çoğunlukla mimari hizmetten yoksun, işlevsel yanına odaklanılarak inşa edilmiştir. Tabi bu onları değersiz kılmaz ve bu durumun üzerinden de bir çok bilgi elde edilebilir ancak bu kısıtlılık nedeni ile dönemin mimari beğenilerinin veya teknolojik yeniliklerin ne olduğuna dair ipuçlarını nadiren barındırırlar. Dolayısıyla da konut mimarisine bakarak mimari üslup üzerine bir anlatı kurmak pek kolay değildir. Yanlış anlaşılmamak için tekrar edeyim, bu o üretimleri değersiz kılmaz, şüphesiz onlar üzerinden de bir çok okuma yapılabilir, yapılıyor da ancak dönemin hakim üslubunu bu üretimler üzerinden okumamız zor olur demek istiyorum.

Bütün bu tartışmayı neden açtım, şu yüzden: Erken Ortaçağ’ın zor, kaotik ve güçlü siyasi otoritelerden yoksun dünyasında pek fazla anıtsal yapı yapma olanağı bulunmadığı için bu dönemin mimari üslubu hakkında ondan önceki veya sonraki dönemlerde olduğu gibi bir çerçeve çizip isimlendirme yapmak kolay değil. Zaten günümüze kalan konut da yok denecek kadar az. Dolayısıyla Erken Ortaçağ’ın mimari üslubu ne derseniz buna biraz tereddütle YOK diyebilirim. Ya da biraz daha sıkıştırırsanız “Erken Ortaçağ’ın mimari üslubu, Erken Ortaçağ mimarisidir” der işin içinden böyle komik bir totolojiyle çıkarım.

Anıtsal mimari büyük oranda kentsel bir üretimdir. Çünkü hem bu inşaata büyük kaynaklar ayıracak güç odakları kentlerde bulunur hem de iktidarın üzerinde anıtsal mimari dolayısıyla baskı kurmak istedikleri nüfus da kentlerde yaşar. Ve ayrıca tabii ki bu devasa yapılara ihtiyaç duyanlar da kentlilerdir. Bunun istisnaları yok mu, tabii ki var. İki önemli istisna konumuz olan Orta Çağ ile de ilişkili: Kaleler ve manastırlar. Anıtsal ölçeklere ulaşan bu iki yapı tipi Ortaçağ’ın erken, kırsal dünyasında karşılaşmamızın en olası olduğu yapıları barındırır. Muhtemelen bu dönemde ilerde büyük kalelerin ve manastır komplekslerinin daha mütevazı ölçekteki başlangıç evreleri inşa ediliyordu ancak yine muhtemelen bunların hem boyutları çok küçük ve malzemeleri dayanıksız olmasından hem de ilerde sürekli yenilenip büyütüldükleri için günümüze pek bir şey kalmamış.

Yani özetle yukarıda söylediğimizi tekrar ediyoruz. Avrupa’da Erken Ortaçağ olarak tarif ettiğimiz 5-10 yüzyıl arasında pek bir anıtsal yapı inşa edilmediği ve günümüze pek bir şey kalmadığı için bu dönemin mimarisinden konuşmak çok zor.

1.000 yılı bu bağlamda önemli bir kırılma, şöyle ki…. Bir yandan yukarıda da değindiğim gibi 1.000 yılına doğru güçlenen siyasi sistemler tekrar kentleri ön plana çıkarmaya ve buralarda maddi-manevi-teknolojik olanakların gelişmesini/birikmesini sağlıyorlar, bir yandan da anıtsal yapıların yapılmasına olanak sağlayacak talebi üretiyorlar.

Bir başka etken daha var ki bunu biraz daha detaylıca anlatmak iyi olur. Dediğim gibi 900 yılından itibaren bu gelişmeler yaşanmaya başlanıyor. 1.000 yılından sonra ise özellikle anıtsal yapı konusunda önemli bir artış görüyoruz. Bu ivmelenmenin nedenlerinden biri de Hristiyanların milenyum inancı. Hristiyanlar İsa peygamberin ölümünden hemen sonra mesih olarak geri döneceğine ve yeryüzünde Tanrı’nın Krallığı’nın kurulacağına yani bir nevi kıyametin kopacağına inanıyorlardı. Ancak bir kaç yıl, bir kaç on yıl, yüzyıl geçip de mesih gelmeyince bir şeyleri tam anlamadıklarını, ya da en azından süreyi doğru kestiremediklerini düşündüler ve mesih beklentisi biraz güncelliğini kaybetti. 1.000 yılına doğru ise düz sayılara olan batıl ilgi nedeni ile zamanın geldiği, 1.000 yılında kıyametin kopacağı inancı gittikçe güçlendi. Öyle ki 900’lü yıllarda anıtsal inşaatlar gibi masraflı, zahmetli ve uzun vadeli planlar askıya alındı. Öyle ya, bir kaç on yıl içerisinde kıyamet kopacaksa belki de 100 yılın üstünde sürecek bir inşaata başlamanın ne anlamı vardı?

Tabi abartmak istemem, hiç inşaat yapılmadı demek aşırı olur, zira aşağıda bir kaç önemli yapıya değineceğiz ama şunu demek istiyorum ki asıl anıtsal yapılar 1.000 yılı geçip kıyametin filan kopmadığı görülünce inşa edilmeye başladı. Ve o döneme de Yüksek Ortaçağ diyeceğiz.

Erken Ortaçağ’dan Yüksek Ortaçağ’a hatta Geç Ortaçağ’a doğru bir yerleşkenin evrimini anlatan güzel bir görsel dizisi. Önce çevresi ahşap surla çevrilmiş küçük bir köy ölçeğindeki yerleşme ve kulevari ahşap bir bey konağı ile başlıyor serüven. Sonrasında bey konağı taştan inşa ediliyor. Üretim fazlası için daha büyük yapılar inşa ediliyor. Yüksek Ortaçağ’a geldiğimizde bey konağı gösterişli bir yapı, surlarsa taştan güçlü duvarlara dönüşmüş. Ve Geç Ortaçağ’da artık şato diyebileceğimiz bir bey konağı ve burçlarla güçlendirilmiş yüksek taş surlar… Artık insanlar olasılıkla bu surların dışında ikamet ediyorlar. Nüfus doğal olarak çok artmış. Kalenin içinde artık sadece yönetici, askeri birlikler ve muhtamemel maddi zenginliği oluşturan emtialar depolanıyor. İşte bu bir çok Avrupa yerleşiminin evrimi…
Güney Fransa’daki Carcassonne kenti bu sürecin son aşamalarının güzel bir örneği. Görsel: Wikipedia

Yüksek Ortaçağ

Yüksek Ortaçağ’ı anlamak için önce bu dönemde Avrupa’nın siyasi ve kültürel dünyasını biraz konuşmak gerekiyor.

Daha önce değindiğim gibi Erken Ortaçağ’da kurulan feodal sistem ve derebeylik düzeninde zamanla bazı derebeyleri güçlenerek diğerlerini egemenlikleri altına almaya başlıyorlar. Bu barışçıl bir şekilde biraraya gelerek kendilerine bir önder seçmeleri ya da savaş yoluyla diğerlerini vassal haline getirme şeklinde olabiliyor. Dolayısıyla 1.000 yılına yaklaşırken artık Avrupa’da istikrarı sağlayan siyasi yapıların kurulmuş olduğunu görüyoruz. Bunların en güçlüleri Orta Avrupa’daki Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile İspanya, Fransa ve İngiltere Krallıkları. Bunlara kısmen bağlı irili ufaklı başka siyasi yapılardan bahsetmek mümkün ama en güçlüleri bunlar. Tabi papalığı da her zaman aklımızın bir kenarında tutmak gerekiyor. Zira bu kurum sadece dini karakterde değil aynı zamanda güçlü bir siyasi yapı bu dönemde. Nitekim kendine ait kimi zaman çok genişleyen topraklara ve ordulara sahip.

Kutsal Roma İmparatorluğu Avrupa’nın önemli bir kısmını egemenliği altında tutan, çekirdek kısmı ağırlıklı olarak Germenlerin topraklarında bulunduğu için Kutsal Roma Germen İmparatorluğu da denilen bir siyasi yapı. Resmi olarak kuruluşu 25 Aralık 800’de Papa 3. Leo’nun Charlemagne’ye imparator olarak taç giydirmesine dayanıyor. Bu arada Türkçede de Şarlman dediğimiz Charlemagne, Charles-magne yani “Büyük Charles” anlamına geliyor. Charles=Karl=Şarl bu arada. Neyse, tabi kimse de demiyor, sizin Roma ile ne ilginiz var, Papa hangi yetkiye dayanarak Roma İmparatoru’na taç giydirebiliyor? Kağıt üstünde saçmalık tabi bunlar ama dönemin şartlarında pek sorgulanamıyor doğal olarak. Burada amaç Roma’nın o şanlı mirasına konmak, Roma’nın devamı olduğu tezini savunmak.

Bu arada çok güzel bir tespiti de aktarayım: Voltaire 1756 yılında yazdığı “Essay on General History and on the Manners and Spirit of Nations” adlı eserinde Kutsal Roma İmparatorluğu için “Ne kutsal, ne Roma, ne de imparatorluk” demişti. :))

Neyse, adı sanı ne olursa olsun başta bu krallık olmak üzere 800’lerden başlayarak yavaş yavaş Avrupa’da siyasi istikrar sağlanmaya başlıyor. Tabi bu arada sürekli bu krallıklar ve papalık mütemadiyen birbirlerine girip duruyorlar ama artık Erken Ortaçağ’dan görece olarak daha güvenli, kentlerin yavaş yavaş gelişmeye başladığı, zenginliğin birikmeye başladığı bir döneme giriyoruz. Yukarıda dediğim gibi 1.000 yılına yaklaşırken bir duraklama olsa da 1.000 yılından sonra kıyamet beklentisinin de ortadan kalkmasıyla gelişimin ivmesi daha da artıyor.

Yüksek Ortaçağ’ın Mimarisi: Romanesk

Önce yine sözcükten başlayalım. Terimdeki “esk” soneki İngilizce ve Fransızca “benzeri” anlamına gelen “esque” sonekinin Türkçeleşmiş hali. Arabesk’in Arap gibi/benzeri anlamına gelmesine benzer biçimde Romanesk de Roma gibi/benzeri anlamına geliyor. Bunun nedeni de bu dönemin geçmiş Roma mimarisinin görkemine duyduğu özlemle tekrar o nitelik ve nicelikte mimari üretim isteği olmalı. Yani Erken Ortaçağ’ın istikrarsız siyasi ortam ve mütevazı mimariden müteşekkil dünyasından sonra krallıklarla yeniden kurulmaya başlayan düzen ve onun yansıması olarak anıtsallaşan mimari insanlara yeniden Roma’nın görkemli dünyasını hatırlatmış olmalı.

Bu dönemde ön plana çıkan yapı tipi önceki dönemden aktarılan kaleler ve artık daha büyük ve özenli inşa edilmeye başlanan kiliseler. Bir yandan da özellikle kırsal alanda yaygınlaşmaya başlayan manastır yerleşkeleri dönemin önemli mimari gelişmeleri. Şüphesiz en çok inşa edilen yapı konutlar ama bu dönemden günümüze pek konut gelmemiş. Bu nedenle bu dönemin mimarlık tarihi anlatısı büyük oranda kaleler ama özellikle kiliseler üzerinden gider. Kaleler daha çok savunma öncelikli yapılar olduğu için bezeme veya usluplaşan mimari tavırlar daha sınırlıdır (Aşağıdaki görselde olduğu gibi). Kiliseler ise işlevselliklerinin yanı sıra barındırdıkları sembolik değerler nedeni ile dönemin mimari üslubunu en görünür şekilde taşıyan anıtsal yapılardır. Tabi bir diğer -belki de daha önemli- neden de bu dönemlerde maddi-manevi en güçlü kurum olan “Kilise”nin anıtsal yapı yaptırabilecek maddi birikimi elinde tutan nadir kurumlardan biri olmasıdır. Bu nedenle dönemin üslubu olan Romanesk mimariyi aşağıda bir kaç kilise örneği üzerinden inceleyeceğiz.

Conisbrough Kalesi, İngiltere Görsel: wikipedia. Gördüğünüz gibi kaleler büyük oranda savunma işlevi ağırlıklı inşa edildiği için üslup anlatısında kendilerine çok fazla değinilmez. AMa tabii ki teknolojik veya sosyolojik başka okumalar yapılabilir kale yapıları üzerinden.

Romanesk kiliselerin genel özellikleri son derece masif ve sağlam, neredeyse kale karakterindeki biçimleridir. Bu biçimleri onlara kalın duvarları, sınırlı açıklıkları ve kuleleri verir. Bu masif karakterin ardında iki önemli neden yatar.

Yüksek Ortaçağ’da her ne kadar güvenlik ve istikrar göreli olarak sağlanmış olsa da hala büyük savaşlar ve kentleri basan, yağmalayan silahlı birliklere sıklıkla rastlanılıyordu. Bu gibi durumlarda kiliseler, özellikle de kentin en büyük kiliseleri son bir sığınak yeri olarak işlev görüyordu. Acımasız askerlerden veya haydutlardan kaçan halk son çare olarak kiliseye sığınıyordu. Kulelerin de bir miktar gözetleme amacıyla inşa edildiğini düşünebiliriz ancak tabi uzaklardan kilisenin görünmesi, yükseltilmiş çanın sesinin daha uzaklardan duyulabilmesi ve kilisenin anıtsal görünüşünü pekiştirmesi gibi işlevleri de vardı kulelerin.

Alman Romanesk mimarisine bir örnek, Maria Laach Manastır Kilisesi (1130-1156) Görsel: Wikipedia.

Bu masif görünüşün bir diğer nedeni ise teknolojik. Roma uygarlığı çöktükten ve aradan Erken Ortaçağ yani yaklaşık 500 yıl geçtikten sonra bir çok yapım tekniği unutulmuştu. Bakmayın, bugünün teknoloji ve malzemesiyle kolay geliyor ama geleneksel dünyada geniş açıklık geçmek, yüksek yapılar yapmak hiç kolay bir şey değildir. Bunun için çok ciddi geometri ve yapım bilgisine sahip ustalar gerekir. İşte bu dönemde bu ustalardan bulmak o kadar kolay değildi. Çünkü unutmayın, o dönemlerde mimarlar/mühendisler okuldan çıkmıyor, ustalarının yanında yetişiyordu. Erken Ortaçağ’da da anıtsal mimari çok seyreldiği için bu ustaların yetişmesi de pek kolay değildi. Dolayısıyla Yüksek Ortaçağ’ın -en azından başları- bu usta ve teknoloji kısıtlılığı nedeni ile iddialı strüktürlere pek meyletmiyordu. İddialı strüktürden kastım yüksek olmasına rağmen bol açıklık açılmış duvarlar. Zira ciddi ağırlık taşıyan yüksek, yığma bir duvara açıklık açmak son derece riskli bir iştir. Eğer dikkatli açmazsanız her açıklık duvarı biraz daha zayıflatır ve sonuç olarak son derece kırılgan bir yapı ortaya çıkar. Dolayısıyla bu dönemin yapı ustaları da pek riske girmiyor, minimum açıklığı en az sayıda açarak yapının ayakta kalmasını garanti altına almak istiyordu.

Ancak ilerde, bu dönemin sonuna ve Geç Ortaçağ’a geldiğimizde ustalığın ve teknolojinin gelişmesiyle mimarinin nasıl evrildiğini göreceğiz…

Polonya’dan bir Romanesk kilise örneği Collegiate Kilisesi, 12. yy ortaları Görsel: Wikipedia

Masif görünüşün bir başka nedeni de örtü sistemi idi. Romanesk kiliselerin bir başka karakteristiği de mekanların özellikle de ana neflerin beşik tonoz ile örtülmesiydi. Beşik tonoz çok güçlü bir örtü olmakla birlikte altında sürekli bir taşıyıcı yani uzayıp giden güçlü duvarlar ister. Bir nevi tünel gibi düşünebilirsiniz. Dolayısıyla bu taşıyıcı ağır yığma duvarları ne kadar yükseltirseniz ve ne kadar açıklık açarsanız sistemi o kadar riske atmaya başlarsınız. Tabi hiç açıklık açılmaz demek istemiyorum ama ileride, çapraz tonozun hakim olduğu Gotik mimaride gördüğümüz gibi iddialı açıklıklar çok zordur Romanesk mimaride. Dolayısıyla kiliselerin ileride göreceğimiz Gotik kiliselerden daha “tıknaz” ve masif olmalarının bir nedeni de bu beşik tonoz örtü sistemleridir.

En standart haliyle bir beşik tonoz. Görsel: https://etc.usf.edu/

Aşağıda Saint Sernin kilisesinin iç mekan fotoğrafında da gördüğünüz gibi Romanesk mimarinin iç mekanda sadec denebilecek bir dili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tabi bunu ileride göreceğimiz Gotik kiliselerin iç mekanlarıyla kıyaslayarak söylüyorum. Bu sadeliğin nedenleri ekonomik, kültürel veya teknik olabilir.

Saint Sernin Kilisesi Toulouse, Fransa (11. yy sonu-13. yy sonu) iç mekanda beşik tonoz örtü. Görsel: Brittanica

Son olarak bu bölümü E. Gombrich’in harika eseri “Sanatın Öyküsü” kitabından Romanesk kiliselere dair kısa bir alıntı ile bitireyim, benden çok daha güzel özetliyor meseleyi şüphesiz:

“Bu kiliselerin, gerek içten gerekse dıştan uyandırdıkları genel etki, kütlesel bir güçlülüktür. Süslemeler, hatta pencereler bile azdır. Yalnızca sağlam ve dümdüz duvarlar ve Ortaçağ’ın kalelerini andıran kuleleri dikkati çeker. Kilise tarafından, putperest inançlardan kısa bir süre önce dönmüş köylülerin ve askerlerin yaşadığı yerlere dikilen bu güçlü ve herkese meydan okuyan taş kümeleri Yeryüzü Kilisesi kavramını -yani kıyamet günü zafer saati gelinceye kadar yeryüzündeki karanlık güçlerle kilisenin savaşacağını- açıklıyor gibidir” (E. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi, 1999, sayfa: 173)

Geç Ortaçağ

Yaklaşık olarak 1250-1500 yılları arası Geç Ortaçağ olarak anılıyor. Bu tarihlerin genel kabul olduğunu, farklı kaynaklarda farklı tarihlere rastlayabileceğinizi tekrar hatırlatayım. Peki ne oluyor da 1200’lerden sonra Ortaçağ’ın “Geç” dönemine geçiyoruz?

Bu dönem aslında pek güllük gülistanlık bir dönem değil. Büyük veba salgınları, kıtlıklar, Yüz Yıl savaşları bu dönemde. Ancak yine de 1300’lerden başlayarak sanat ve bilimlerde yavaş yavaş bir ilerlemeden bahsetmek mümkün. Bunun farklı ölçeklerde bir çok nedeni var. İlk olarak burada 12. yüzyılda başlayan Haçlı Seferleri’nde değinmek gerekiyor.

Haçlı Seferleri şüphesiz çok uzun ve derinlikli bir konu ama burada çok kısaca Avrupa’ya etkilerinden bahsedeceğim. Haçlı Seferleri temelde kutsal toprakları tekrar hakimiyetleri altına almak isteyen Katolik Avrupalıların Doğu’ya seferleri olarak özetlenebilir. Bu amaçlarını ne kadar gerçekleştirdiler, arada amaçlarından sapıp Konstantinapolis’i yağmalamak gibi ne kadar saçma sapan işler yaptılar, başka yazının konusu ama burada bizim için önemli olan Avrupalıların Doğu/İslam kültür dünyası ile güçlü bir şekilde karşılaşmaları ve etkileşime girmeleri.

Yukarıda, giriş kısmında kısaca değindiğim gibi bu dönemde Doğu ve İslam dünyası aslında Avrupa’dan daha zengin bir kültürel, bilimsel atmosfere sahip. Şüphesiz burada Antik Yunan ve Roma kaynaklarının Müslümanlar tarafından muhafaza edilmesinin ve kısmen Arapça’ya çevrilmesinin altını da çizmek gerekiyor. Yani Avrupalılar Doğu’ya doğru ilerledikçe İslam kültürünün, biliminin yanı sıra unuttukları bu Yunan ve Roma kültürü, bilgisiyle de karşılaşıyorlardı. Şüphesiz bu karşılaşmaların yarattığı zenginleşme Avrupa’ya döndüklerinde çok işlerine yaradı.

Ayrıca 11. yüzyılda Türklerin Anadolu’da ilerlemeleri ve en sonunda Konstantinapolis’in kapılarına dayanmaları da bu coğrafyadan bir çok bilim/düşün insanının yanlarında Yunanca kaynaklarla Batı’ya göç etmelerine yol açtı. Tüm bu gelişmeler ileride bizi Rönesans’a götürecek ama işte Rönesans öyle 3-5 yılda olmadı, kökleri 11. yüzyıla, Geç Ortaçağ’a dayanıyor bu meselenin…

Şimdi bir de ekonomik parantez açalım. Geç Ortaçağ kuzey İtalya’da da ileride çok ciddi dönüşümlere neden olacak sosyo-ekonomik gelişmelerle doluydu. Bu dönemde bir “İtalya” devletinden veya krallığından söz etmek mümkün değil. Kuzeydeki güçlü kentler Antik dünyadaki kent-devletlerine benzer biçimde otonom siyasi yapılardı. En güçlüleri Venedik, Cenova, Milano, Floransa olan bu küçük devletçikler Avrupa’daki diğer siyasi yapılardan farklı bir karakterdelerdi ve bunun en önemli ekonomik dayanağı Akdeniz ticaretinde büyük pay sahibi olmalarıydı. Özellikle Venedik ve Cenovalılar (Cenevizliler) Doğu-Batı arasındaki ticareti büyük oranda yönetiyor, bu sayede çok büyük bir zenginliğin bu kentlerde toplanmasını sağlıyorlardı. İşte bu gelişmeler yeni bir toplumsal sınıfın doğmasına yol açtı: Burjuva sınıfı. “Kentsoylu” olarak Türkçeleştirilen bu kavram kırsalda değil kentte oturan, zenginliğini herhangi bir soyluluk alametine veya toprak mülkiyetine değil büyük oranda ticarete borçlu olan kesimi ifade eder. Zaten kelimenin kökeninde de kale, müstahkem yer ve gittikçe kent anlamına gelen Burg/Berg kökeni vardır. Bu kuzey İtalya’daki burjuvaların dünyaya, dine, sanata, kültüre vs… bakışları diğer sınıflardan oldukça farklıydı. İşte ileride Rönesans’ın ana lokomotifleri olacak bu arkadaşların ortaya çıkışları gördüğünüz gibi öncesine, Geç Ortaçağ’a dayanır.

Geç Ortaçağ’ın Mimarisi: Gotik

Önce yine sözcükten başlayalım. Ne demek “Gotik”. Bu adlandırma aslında sık sık karşılaştığımız gibi dönem içinde değil dönemden sonra geriye bakarak yapılan bir adlandırma. Bu dönemin sanatına, kültürüne daha sonraki Rönesans döneminde yaşayan düşünürler, sanatçılar “Gotik” ismini takıyorlar. Bu da biraz kafa karıştırıcı bir duruma yol açıyor. Zira Gotik kültürün çok daha önce yaşamış olan Gotlar’la bir ilgisi yok… Roma İmparatorluğu zamanında kuzey doğudan imparatorluk topraklarına gelen ve sonunda imparatorluğu yıkıma götürecek bir sürü kavimden birisi. Yine bir çok kavimle birlikte Avrupa halklarının atalarından birisi. Ancak bir topluluk/halk olarak 5. yüzyıldan sonra Gotlar’dan bahsetmek mümkün değil. Herhalde diğer Avrupa halklarıyla karışıp yeni halklar oluşturuyorlar. Yani 14-15. yüzyıllarda Gotlar yok ortalıkta. Peki Rönesans düşünürleri neden bu dönemin sanatına Gotlara özgü anlamında Gotik diyor? Çünkü bu sanatı ve mimariyi çok kaba-saba buluyorlar. Yani bir anlamda pejoratif, alçaltıcı bir anlamda isimlendiriyorlar. “Bu sanat ve mimari o kadar incelikten yoksun, kaba, ilkel ki, bunu yapsa yapsa o Roma’yı yıkan barbar Gotlar yapmış olabilir” gibi bir anlam var yani bu isimlendirmenin altında. Eh, biraz da Rönesans kibri…

Gotik mimari şüphesiz toplumsal bir çok gelişmenin etkisiyle ortaya çıktı ama temelinde çok önemli iki keşif vardı: Sivri kemer ve çapraz tonoz. Gotik mimariyi bu ikisi olmaksızın düşünmek mümkün değildir. Ancak ikisi de bu dönemin bir icadı değildi. Roma, sıklıkla çapraz tonozu nadiren de sivri kemeri kullanıyordu ama 13. yüzyıldan itibaren bu ikili o kadar geliştirip yetkinleştirildi ki bugün bile aklımızın zor aldığı yükseklik ve genişlikteki mekanların örtülebilmesini ve bu yapılırken de çok etkileyici kütlelerin ortaya çıkmasını mümkün kıldı. Şimdi isterseniz Gotik mimarinin bir kaç karakteristik özelliğine değinelim, daha sonra da tarihçesine ve önemli yapılarına göz atalım.

Bu karakteristik özellikler olarak 3 önemli yapı elemanının altını çizeceğim. Çapraz tonoz, uçan payanda ve gül pencere. Bunların dışında kalan bir çok anlamsal ve yapısal özelliği de sonrasında konuşuruz.

Tonoz çeşitleri. Görsel: Brittanica
Barrel Vault: Beşik Tonoz
Groin Vault: Çapraz Tonoz
Rib Vault: Kaburgalı (çapraz) Tonoz
Fan Vault: Yelpaze (çapraz) Tonoz

Amiens Katedrali’nin (kaburgalı) çapraz tonozlarının alttan görünümü. Görsel: Brittanica (https://www.britannica.com/technology/rib-vault)

Peki, neydi sivri kemerin ve çapraz tonozların bu kadar dönüşüme neden olan özellikleri, ona gelelim. Sivri kemer geometrisi nedeni ile beşik kemerden daha fazla yük taşıyabilir. Çok detaya girmeye gerek yok ama yükleri iki yandaki taşıyıcılara daha düşey bir şekilde aktardığı, dolayısıyla daha az yanal yüke/gerilime yol açtığı için bu böyledir.

Çapraz tonoz ise yukarıda bahsettiğimiz beşik tonozun altında mümkün olduğunca sürekli taşıyıcı isteme zorunluluğunu ortadan kaldırır. Yani yine tonozun geometrisi dolayısıyla örtünün yükü dört köşede toplanır ve buralardan noktasal (sütun, ayak gibi) taşıyıcılarla yere indirilir. Duvar gibi sürekli bir taşıyıcıya ihtiyaç duyulmaz, dolayısıyla çok daha boşluklu bir sistem kurulmuş olur. Hele bir de bu çapraz tonozların kesitleri sivri kemer biçimindeyse “combo” yapılmış olur ve tadından yenmez…

Klasik bir Gotik kilise kesit perspektifi.

Yani özet olarak çapraz tonoz ve sivri kemerlerle hem daha yüksek hem de daha açıklıklı strüktürler yapmak mümkün oldu. Ve kiliseler yükseldikçe yükseldi… Hatta artık insan ölçeğini aşan “korkutucu” olmaya başlayan mekanlar ortaya çıktı. Bu da tabi kilisenin işine geldi. Bu mekanlara giren insan Tanrı’nın -tabi kilisenin de- önünde ne kadar küçük, güçsüz, önemsiz olduğunu hissediyordu. Bireyler bastırılıyor, “insan” küçümseniyordu. Tabi burada bir tavuk-yumurta ilişkisi de var. Yani önce mekanlar yükseldi de kilise bu ortaya çıkan mekan etkisini kendi işine yarayacak biçimde mi geliştirdi yoksa mekanların yükselmesinin nedeni bireyi “ezmek” isteyen kilisenin talebi miydi? Yanıtı zor bir soru bu… En azından ben bilmiyorum.

Sivri kemer ve çapraz tonozun ardından bir de uçan payandalara bir bölüm ayırmak gerekiyor. Yukarıdaki çizimde gördüğünüz gibi uçan payandalar bir payanda kulesinden örtüyü taşıyan ayaklara doğru uzatılmış kemerler. Çok basit bir mantığı var bu yapı elemanlarının. Malum çapraz tonoz örtü ayaklara hem düşey hem de yatay yükler aktarıyor. Yani bir yandan ayakları aşağı doğru bastırırken (düşey yük) bir yandan da geometrilerinden dolayı dışa doğru açmaya çalışıyorlar (yanal/yatay yük). Düşey yükte sorun yok, ayaklar kolaylıkla bu yükü zemine aktarıyor ancak yatay yüke karşı önlem almazsanız zamanla ayaklar dışa doğru açılmaya başlar ve örtüde çatlaklar hatta çökmeler meydana gelebilir. Bu açılmaya karşı da en rasyonel çözüm aksi istikametten bu ayakları desteklemek. Hah işte bu işi de uçan payandalar yapıyor. Aslında tamamen taşıyıcılıkla ilgili işlevsel elemanlar olan uçan payandalar bir süre sonra dış cephede çok da tekrarlandığı için adeta kütleye bir doku kazandırıyor ve Gotik kiliselerin biçimlerinin karakteristik bir özelliği oluveriyor. Bakınız aşağıdaki fotoğraf:

Notre Dame de Paris (1163-1345). Tekrarlayan uçan payandaların bir doku oluşturarak yapının Gotik karakteristiğini pekiştirmesi. Görsel: Wikipedia
Notre Dame de Paris’in uçan payanda sistemi Görsel: Wikipedia

Gotik kiliselerin bir başka önemli elemanlarından, gül pencerelerden ve vitray sanatından bahsedelim biraz da… Gül pencereler ve vitray sanatı Gotik dönemden önce de var ancak hiç bir zaman Gotik’teki görkeme ve boyutlara kavuşamamışlar. Kiliselerin ön cephelerinde genellikle büyük boyutlu bir gül pencere Gotik kiliselerin yine karakteristik bir özelliği. Tabi çoğu kilise ön cepheyle yetinmiyor, yan taraflara bakan transept kolunun cephelerinde de gül pencerelere rastlanıyor.

Notre Dame de Paris kilisesinin kuzey gül penceresi. Ekrandan ne kadar görünüyor bilmiyorum ama küçük dairelerin hepsinin içinde figürler var ve oralarda İncil’de geçen olaylar görselleştirilmiş. Çok acayip bir iş, emek… Görsel: Wikipedia

Amiens Katedralinin (1220-1270) “flambuant” yani Alevli Gotik üslubundaki gül penceresinin dışarıdan görünüşü. Görsel: Wikipedia
Amiens Katedrali, Kuzey transept kolu cephesinin içerden görünüşü. Tabi vitray sadece gül pencerelerde değil, neredeyse her yerde. Görsel: Wikipedia

Vitray meselesini biraz açalım. Son görselde de gördüğünüz gibi vitray sadece gül pencerelerle sınırlı değil. Cephede cam olan yerlerin tamamı neredeyse vitrayla yapılıyor. Bunun bir kaç nedeni var.

Öncelikle gotik mimarinin iskelet bir yapı sistemine dayalı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yük dağılımındaki yukarıda değindiğimiz ustalık nedeni ile büyük duvarlara pek gerek kalmıyordu. İşte bu iskelet sistemin arasında kalan boşlukları camla örtmek o zaman için çok yenilikçi bir şeydi. Ancak o dönemin cam teknolojisi ile bugünkü gibi devasa boyutlarda sağlam cam blokların yapılması mümkün değildi. Dolayısıyla küçük cam parçalarının birleştirilerek büyük cam yüzeyler yaratılması yoluna gidildi. Ve bu yöntem yüzeylerde farklı renk ve geometrideki cam parçaları kullanarak bazen soyut bazense figüratif biçimler elde etmeye imkan verdi. Böyle olunca da, biraz eski dünyanın mozaik sanatını hatırlatırcasına mükemmel kompozisyonlar ortaya çıkmaya başladı. Doğal olarak bu kompozisyonların çoğu dini meseleleri, İncil’de aktarılan olayları görselleştiriyordu ve bir yandan yapıyı süslerken bir yandan da okuma yazması olmayan halkın büyük bir kısmı için öğretici bir işlev görüyordu. Ayrıca bu teknik manevi açıdan da güneş ışığının uhrevi dünyanın kutsal karakterlerinin içinden geçip bir anlamda temizlenip, arınıp kiliseye girmesini sağlıyordu. Bu da herhalde manevi bir mutluluk sağlıyordu insanlara.

Şimdi yalnız çok fazla teknikten ve yapısal elemanlardan bahsedince Gotik mimari sadece teknolojik bir gelişme gibi algılanabilir ki çok yanlış olur. Aslında bu dönemin mimarisi sosyal-siyasi havanın mimarlıkla nasıl etkileşim halinde olacağına dair çok önemli bir gösterge. Zaten asıl mesele de bu. Yoksa çapraz tonozdu, vitraydı tabi ki önemli ama burada aslında iktidarın kendini mimari üzerinden topluma dayattığına dair de bir çok okuma yapılabilir.

Bu dönemin toplumsal hayatında din ve bunun kurumsal karşılığı olarak kilise çok önemli bir konumda. Kilisenin temel argumanı hem önür dünya hem de bu dünya üzerinde düzenleyici bir rolü olduğu. Yani diyor ki hem öbür dünya konusundaki tek bilgi kaynağı benim hem de cennete gitmek için benim sözümü dinleyeceksiniz ve bu dünyada benim dediğim gibi yaşayacaksınız. Tabi ki her güç odağında olduğu gibi bu odak da güçlendikçe yozlaşıyor. Gittikçe daha talepkar ve keyfi hale geliyor. Ancak halkın üzerindeki etkisini kaybetmemek için de elinde 2 önemli silahı var: Korkutma ve değersizleştirme.

Korkunun bir çok uygulama alanı var ama mimariye baktığımızda kiliselerde bir çok canavar, iblis ve benzeri korkunç yaratığın heykellerine rastlıyoruz. Bunlara “Gargoyle” deniyor. Bir ibadet yapısında korkunç heykellerin olması bugün bize ne garip geliyor ama o zaman okuma yazması olmayan halka bizim sözümüzden çıkarsanız karşınıza çıkacak musibetleri bu şekilde göstermek oldukça etkiliydi. Halka bu musibetlerin uzakta olmadığı, kilisenin sözünden çıkarlarsa her an bunların arasına düşebileceği tehdidi unutturulmamalıydı.

İkinci mesele de değersizleştirme. Bugün bile biz korkutucu ya da en azından heyecan verici gelen devasa Gotik kiliselerin o dönemin insanlarının üzerinde çok daha büyük etki bıraktığını tahmin edebiliriz. Zira biz yüksek/büyük yapılara biraz daha alışkınız ancak o zamanın insanlarını yaşadığı mütevazı konutlardan çıkıp kentin en yüksek yapısı olan kiliseyle karşılaştıkları, içine girince kendilerini karınca gibi hissettiklerini hayal etmek zor değil. Kendilerini tanrının ve tabii ki onun temsilcisi kilisenin karşısında son derece güçsüz, değersiz ve aşağılık hissediyorlardı şüphesiz. İşte o mimari bunun için yükseldikçe yükseliyor, sivrildikçe sivriliyordu. Hatta din adamlarının o gösterişli giysileri bile bunun içindi. muhtemelen İsa peygamber zamanında kendisini çarmıha geren Romalılar gibi giyiniyordu ironik biçimde din adamları. Sizse orta hali, büyük olasılıkla sağı solu yamalı giysilerinizle gidiyordunuz kiliseye. Bu adamlar ne derse yapmak zorunda hissediyordumuz kendinizi. Çünkü onlar biliyordu tanrının ne istediğini… Siz birey olarak zayıf, ezik, günahkar, aşağılıktınız.

İşte ilerde Rönesans’ta değişecek en önemli şey de bu olacak. İnsanın aşağılık değil değerli olduğu fikri yani hümanizm gelecek…

Biraz tersten gittik… Özelliklerini ve anlamını tartıştıktan sonra biraz da tarihini ve coğrafyasını konuşalım…

Neyse, tarihçeye dönelim. İlk Gotik kilise hangisi derseniz hızlı bir yanıt vermek zor ama genelde, Gotik mimarlığın temelleri aslında kendisi Romanesk özellikler gösteren Saint Dennis kilisesinde atıldığı kabul edilir. Hatta daha spesifik konuşacak olursak bu kilisenin apsisinde ve bu apsisi inşa ettiren Rahip Suger ile başlıyor Gotik mimari bir anlamda.

Gotik mimarinin bir nevi babası sayılan Rahip Suger (1081-1155). Eh, ona da bir vitrayda yer almak yakışırdı. Görsel kaynağı: https://en.citaliarestauro.com/abbot-suger-gothic-began

Peki ne yapıyor bu rahip arkadaş? 1137 yılında Suger, “Yav bu kilise çok ünlü ve önemli ama biraz daha gösterişli olsa nasıl olurdu?” diye dertleniyor. Tabi kralla kanka olmasının katkısıyla da kolları sıvıyor ve diyor ki:

Moved by divine inspiration and encouraged by the council of wise men as well as the prayers of many monks, in order to avoid the displeasure of the holy martyrs I undertook to enlarge and amplify the noble monastic church consecrated by the divine hand” 

Abbot Suger, Book of Suger Abbot of Saint Denis On What Was Done During His Administration.

Yani Türkçesi:

“İlahi ilhamla hareket ederek ve birçok keşişin dualarının yanı sıra bilge adamların konseyi tarafından cesaretlendirilerek, kutsal şehitlerin hoşnutsuzluğunu önlemek için, ilahi el tarafından kutsanan asil manastır kilisesini genişletmeyi ve güçlendirmeyi üstlendim”

Önce kilisenin ön cephesine girişip orayı yeniliyor. 1140 yılında o iş sonlanınca bu sefer doğu tarafına geçip apsisi yenilemeye başlıyor. Burada yaptığı en önemli şey artık hesaplayarak mı yoksa deneme-yanılmayla mı yapabildi bilmiyoruz ama devasa ağırlıktaki tonozları yukarıda değindiğim biçimde mükemmel biçimde dengeleyerek noktasal taşıyıcılarla yere indirebilmesiydi. Dolayısıyla son derece hafif ve aydınlık göstermeyi başardı apsisi.

Saint Dennis Manastırı’nın Gotik apsisi. Bu kadar ağır bir örtüyü narin sütunlarla taşıtmak, dengelemek müthiş bir teknolojik başarı ve aynı zamanda mekan algısını da çok değiştiren bir gelişme. Görsel: Wikipedia

Anlaşılan o ki bu yeni tarz oldukça tutuluyor ve önce Fransa’da sonrasında da orta ve kuzey Avrupa’da hızla yayılıyor.

Son olarak yine Gombrich’in harika bir Romanesk-Gotik kıyaslamasıyla bitirelim konuyu: “Eski (Romanesk) kiliseler, güçleri ve sağlamlıklarıyla, kötülüğün korkunç saldırılarına karşı bir sığınak sunan “Yeryüzü Kilisesi” düşüncesini esinlemişti. Yeni (Gotik) katedraller ise, iman edenlere, bir başka dünyanın küçük bir görüntüsünü veriyorlardı” (Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi, 1999, s: 188)

Terminolojik parantez: Kilise – Katedral

Kilise aslında çok ve geniş anlamlı bir sözcük. Yunanca “ekklesia” dan geliyor ve topluluk, cemaat anlamına geliyor. Aynı cami sözcüğünün cem, cemaat sözcüğünden gelmesi gibi. Yani temelde kilise hristiyan inancına ait bir topluluğu kasteder. Ancak günümüzde çoğunlukla mimari bir tipoloji olarak bu dinin ibadet yapılarını kastediyoruz kilise derken.

Katedral de bir kilisedir. Bu sözcüğün kökeni de “cathedra” yani kürsü sözcüğüne dayanır. Uzun tanımı olarak da piskopos kürsüsünü barındıran kentin en büyük kilisesine katedral denir. Yani bir piskoposluk merkezi olan kentin en büyük ve piskoposluk makamının bulunduğu kilisesine katedral denir.

Tabi günlük dilde bu sözcükler birbirlerinin yerine de kullanılabiliyor.

Gotik’in coğrafyasına gelecek olursak…

Gotik mimarinin ortaya çıkış coğrafyası olarak genellikle kuzey Fransa kabul edilir. Bugün de Gotik kiliselerin en ünlüleri Fransa, Almanya ve İngiltere’ye doğru giden bir coğrafyada yer alır. Örneğin İtalyanlar bu tarza pek sıcak bakmamış, benimsememişlerdir. Zaten küçümser bir şekilde bu akıma “Gotik” ismini takanlar da onlardı hatırlarsınız. Ancak bu, İtalya’da hiç Gotik kilise yok anlamına gelmez. İlk aklıma gelen Milano Katedrali örneğin…

Flamboyant (Alevli) Gotik

Gotik mimarinin son dönemlerinde kiliselerin cephelerinde sivrilen bezemelerin iyice yukarılara doğru uzandığı, taş işçiliğinin incelip yapının cephesine neredeyse bir dantel örtü örtülmüş gibi göründüğü bir döneme geliyoruz. Bir yandan S biçimindeki hatlar yukarı doğru yönelirken bir yandan da bu hatların sürekli alt dallara ayrılması, sivri çıkıntılarla süslenmesi yapının cephesini alevler içinde gibi görünmesini sağlar. Bu nedenle de bu dönem mimarisi fransızca alevli anlamına gelen Flamboyant Gotik olarak anılır. Bu tarzdaki yapıları da genelde Fransa’da, bir miktar İspanya’da ve Orta-kuzey Avrupa’da görüyoruz.

Aynı dönemlerde İngiltere’de de “Perpendicular Gotik” denen bir versiyon gündeme geliyor. Özellikle yelpaze tonoz bu akımın karakteristik özelliği.

Flamboyant Gotik’e bir örnek… Vendome’da Kutsal Üçleme Manastır Kilisesi. Görsel: Wikipedia

Son olarak Ortaçağ mimarisinin sonraki yüzyıllarda tekrar canlandırılmasına yani “Neo” akımlara da değinip bitirelim.

Bir sanat/mimari akımın gündemden düştükten bir süre sonra tekrar popüler olmasına “canlandırmacılık” diyoruz ve bu yeni modayı orijinal akımdan ayırmak için önüne “Neo” ön ekini getiriyoruz. Neoklasik, Neogotik gibi…

Romanesk mimari sonralarda pek popüler olmuyor, dolayısıyla Neoromanesk diye yaygın bir üsluptan pek bahsedilmez ama hiç yok da değil. Nadir de olsa 18-19 yüzyıllarda özellikle romantik akımla bir miktar eski kalelerden esinlenen şatolar, konutlar deneniyor ama dediğim gibi Neogotik kadar yaygın değil.

Neogotikse bu yüzyıllarda özellikle İngiltere’de oldukça popüler oluyor.

Kaynaklar Hakkında

Blogu bir makale gibi yazmak istemiyorum. Dolayısıyla birebir alıntı yapmadığım sürece kaynak belirtmiyorum. Çoğu zaman da zaten kaynaklardan değil belleğimden yazıyorum. Gerçi onlar da zamanında okuduğum kaynaklardan ama artık bir çoğunu nereden okuduğumu, ne kadarını okuyup ne kadar kendi yorumumu kattığımı belirlemem mümkün değil. Ancak şunu söylemezsem de doğru olmaz. Birebir alıntı yapmasam da bu yazıyı yazarken Britannica ansiklopedisinden ve wikipedia’nın İngilizce versiyonundan çokça yararlandım. Görsel konusunda da bu iki kaynaktan alıntılar yaptım ve bunları belirttim. Gombrich’in Sanatın Öyküsü adlı kitabı da hem doğrudan alıntı yaptığım hem de genel anlamda yararlandığım kaynaklardandı.

YAZILMAYA DEVAM EDİYOR… SİZ DE BİR ŞEYLER EKLEMEK İSTERSENİZ YORUM YAZABİLİRSİNİZ.

Yorum bırakın

H. İbrahim Alpaslan tarafından yayımlandı

Okumayı, yazmayı, yürümeyi, koşmayı seven bir insan.

Yorum bırakın